Dilde Biçim ve Anlam

Emile Benveniste

Bu kongreyi (1966)bir bildiriyle açmak üzere çağırılmış olmaktan büvük bir onur duyuyorum. Burada bir felsefeciler topluluğu önünde konuştuğumu düşününce de, felsefe konusunda bilgisiz olduğumdan bu onur duygusuna kaygı da karışıyor. Bana biraz cesaret veren şey ise bir kongrenin böyle bir konuyu seçmiş olması ve felsefecilerin de aralarında dil sorunlarını tartışmanın uygun olacağını düşünmeleri. Bu kongrede sunulacak bildiriler ve yapılacak tartışmalarla felsefe sürekli temel esin kaynaklarından birine dek uzanacak ve aynı zamanda dil üstüne, büyük bir olasılıkla farklı düşünme biçimleri, uzman olarak dille ilgilenen dilbilimcilerin dikkatine sunulacak. Böylece, geç de olsa —bunu belirtmek gerekir—, çok verimli bir alış verişi başlayacak. Kendi adıma, burada konuşmam için yapılan çağrıvı kabul ederek sakınımsız davrandığımdan yapılacak tek şey bu sakınımsızlığı açıklamak için daha da sakınımsız davranıp başlığı bir dilbilimciden çok bir felsefeciye uygun gibi görünen bir konu seçtim: dilde biçim ve anlam.

Kuşkusuz bu konuyu felsefeci olarak değil, dilbilimci olarak ele alacağım. Ancak burada dilbilimcilerin bakış açısını sunacağım sanılmasın: bu konuda tüm dilbilimcilerin ya da çoğunluğunun paylaştığı bir bakış açısı yok. Bu konuda dilbilimcilerce benimsenen bir öğreti olmadığı gibi, çoğu dilbilimci de bu tür sorunlara karşı bir çekingenlik ve bu sorunları dilbilim dışı bırakma eğilimi var. Kısa bir süre önce, neredeyse tüm Amerikan dilbilimini temsil eden Amerikalı dilbilimci Bloomfield ’in kurucusu olduğu ve Amerika dışında da yaygınlık gösteren okul anlam incelemesine anlıkçılık damgası vuruyordu.

Bu niteleme, öznellik taşıdığından ve dilbilimcinin yetki alanı dışında kaldığından, anlam incelemesini dışlamak anlamına geliyordu. Dilde anlamın niteliği ve işleyişi üstüne aydınlatıcı bilgilerin psikologlardan ya da psiko-fizvologlardan beklenmesi gerektiği; dilbilimcinin ise yalnızca algılanabilen, incelenebilen, gittikçe daha kesin ve daha somut yöntemlerle çözümlenebilen olgularla ilgilenmesi gerektiği düşünülüyordu. Bugün bu yasak kalktı, ama kuşku sürüyor ve kabul edelim ki, anlambilim denen dala ilişkin, genellikle geleneksel anlayışta yapıtlarda rastlanan kavramların belirsiz, kesinlik taşımayan, değişkenlik gösteren özelliği bu kuşkuyu büyük ölçüde haklı çıkarıyor. Gerçekte biçimin görünümleri ne denli somut, belirli, betimlenebilir nitelik taşırsa, anlamın gerçekleşimleri de o denli özgür, kavranamaz ve kestirilemez nitelik taşır.

Burada ilgilendiğimiz sorunun iki teriminden genellikle yalnızca birinin, biçimin, dilbilimi ilgilendirdiği izlenimi doğmasına şaşırmamak gerekir. Felsefeciler dilbilimcinin (bu sorunlara eğildiğinde) bir uzlaşımı dayanak olarak alabildiğini ve dil uzmanlarınca genellikle benimsenmiş ya da dil çözümleyicilerine kendilerini dayatan görüşleri farklı bir biçimde sunarak ya da yalınlaştırarak özetlemekle yetinebileceğini sanmasın. Ben de burada konuşurken bunu kendi adıma yapıyorum ve kendi görüşlerimi sunuyorum. Yaptığım sunuş anlam ve biçimin oluşturduğu ikili kavramı konumlama ve düzenleme, her türlü felsefi önvarsayım dışında işlevlerini inceleme amacı güdüyor.

İnceleme alanımızı gündelik dil oluşturacak , kendine özgü yasaları ve işlevleri olan şiir dilini ele almayacağız. Bu durumda bile yapılacak işin oldukça geniş kapsamlı olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak gündelik dile ilişkin olarak yapılacak açıklamalar, dolaysız ya da dolaylı biçimde, şiir dilinin de anlaşılmasına katkıda bulunacaktır.

İlk yaklaşımda, anlam kavramı bir konuşucu topluluğu tarafından aynı biçimde anlaşılan bildirişim yollarının bütünü olarak görülen dil teriminin içinde yer alır; dilbilimsel açıdan (mantıkçıların bakış açısından ayırmak gerekir) biçim ya anlam dışlandığında dilsel birimlerin özdeğidir, ya da bu birimlerin bağlandığı dil düzeyindeki biçimsel düzenlenişidir .

Biçimle anlamı karşıtlaştırmak, terimleri bile geçerliğini yitirmiş, sıradan bir uzlaşımdır: ancak dilin işleyişine katarak ve bu işleyişle açıklayarak yeniden yorumlarsak, bu karşıtlık gerçek gücüne ve zorunlu niteliğine kavuşur; bu karşıtlığın dilin özünü içerdiğini görürüz çünkü bizi bir anda en önemli sorun olan anlamlama sorununu en can alıcı noktasıyla karşı karşıya bırakır. Her şeyden önce dil anlamlar, temel özelliği, insansal ortamda sağladığı tüm işlevleri aşan ve açıklayan kökensel yönelimi budur.

Bu işlevler nelerdir? Bunları sıralamaya girişecek miyiz? Bu işlevler öylesine çeşitli ve çok sayıdadır ki, tüm söz, düşünce etkinliklerinin, dil kullanımına bağlı tüm bireysel ve toplu gerçekleşimleri sıralamak anlamına gelecektir: bunları bir sözcükle özetlemek için bildirişim sağlamaktan önce dilin yaşamaya yaradığını söyleyeceğim. Dil olmaksızın ne toplumun, ne de insanların var olabileceğini ileri sürmemizin nedeni, dilin öz niteliğinin öncelikle anlamlamak olmasıdır. Bu tanımın geniş kapsamlı oluşuna bakarak anlamlamanın ne denli önemli olduğu anlaşılabilir.

Ortaya hemen birinci sorun çıkar: anlam nedir? Bu aşamada kısır döngüye düşmeksizin hemen tanımlanabilir mi? Dilbilimciler görgül olarak bu hazır kavramı benimsiyorlar: felsefeciler anlamı kendisi için incelediler mi, bilmiyorum?

Gerçekte bu çok sayıda bilimi ilgilendirdiğinden, hiçbiri tarafından tam olarak ele alınmayan, çok boyutlu sorunlardan biri. Bununla yalnızca mantıkçılar ilgilendi: özellikle Amerikada Carnap ve Quine okulu.

Gerçekte kesinlik kaygısıyla anlama ilişkin her türlü doğrudan tanımlama girişimini dışladılar; ruhbilimciliğe düşmemek için anlam incelemesinin yerine geçerlik ölçütünü kullandılar ve bu ölçütü de yüklemleri konuşucunun benimseyip benimsemediğini belirleyen testlerle sınadılar.
Carnap için X konuşucusu için Q yükleminin anlamı ya da onun yeğlediği terimle içlemi (kaplama karşıt olarak), X konuşucusunun Y nesnesine Q yüklemini uygulaması için Y nesnesinin yerine getirmesi gereken koşuldur. Böylece “anlamlı adlandırma” (significant designation), soruşturu sonucu, bir yüklemi bir dizi değişken nesneye bağlamayı kabul edecek ya da etmeyecek olan konuşucunun olumlu ya da olumsuz tepkisine göre elde edilir.

Quine doğrudan anlam kavramıyla işlem yapmaz. Daha önce Russell’ın sayıyı tanımlamada kullandığı mantıksal bir yöntemle, an1am yerine “aynı anlam” bağıntısından yararlanır. Anlam demek ki eşanlamlılıkla özdeştir. Burada başka açılardan incelemem gerekmeyen bu yöntem, ruhbilimciliğin işe karışmasını engellemek için tümüyle olgucu bir anlayışla açıklanabilir. Öncelikle dili kendisi için inceleyen dilbilimci için geçerli olduğunu sanmıyorum; dahası, ileride göreceğimiz gibi, kendi başına ve değişmez bir biçimde tanımlanacak anlam gibi bütünsel bir kavramla yetinemeyiz. Düşünce biçimimiz bizi, mantıkçılardan çok ayrı biçimde gördüğümüz bu kavramı ayrıntılarına inmeye yöneltecek.

Şimdilik herkesin bu kavramdan anladığıyla yetinerek, dilin en yetkin anlamlama etkinliği , tam olarak anlamlama nın ne olabileceğinin örneği olduğunun kabul edildiğini ileri sürebiliriz; oluşturabileceğimiz her anlamlama örnekçesi(modeli), kimi yönleriyle dile benzediği ölçüde benimsenebilir. Gerçekten de, bir etkinlik bir şeyin gösterimi, bir şeyin anlamlayanı olarak tasarlandığında, onu dil olarak adlandırma eğilimindeyiz: böylece, herkesin bildiği gibi, değişik örnekçelerde ortak bir ulam oluşturacak biçimde değişik türden insan etkinliklerine dil adı verilir.
Dilin anlamlaması, bu özelliğin dile fazladan ya da başka bir etkinliğe oranla daha çok verilmiş bir şey olmadığı anlamına gelir; dilin varlık nedenidir; anlamlama olmasa dil de olmazdı . Ancak dilin birincisine bağlı olmakla birlikte —bu noktayı vurgulamak gerekir— tümüyle farklı ikinci bir özelliği vardır: bu da sesli araçlarla gerçekleşmesi , anlamlı sözcükler biçiminde düzenlenen çıkarılan ve algılanan sesler bütününden oluşmasıdır. Işte ayırıcı olan dile özgü bu ikili yöndür. Saussure ’le birlikte ilk yaklaşımda, dilin bir göstergeler dizgesi olduğunu söyleyeceğiz.

Çok genel nitelikli anlamlama kavramını dil incelemesine katan gösterge kavramıdır. Bu tanım anlamlama kavramını doğru bir biçim de ortaya koyar, ancak tümüyle ortaya koyar mı? Saussure dil göstergesi kavramını dilbilime kattığında, dilin öz niteliğine ilişkin her şeyi söylediğini düşünüyordu: çok iyi bilinen dil ve söz arasındaki karşıtlık çerçevesi dışında, dilin aynı zamanda başka bir şey de olabileceğini düşünmüşe benzemiyor. Dilin bir anlamlama dizgesi olarak incelenmesini Saussure’ün bıraktığı yerden ileri götürmeyi denemek bize düşüyor.

Önce Saussure’ün gösterge kuramının, burada bizi ilgilendiren kavramlara ilişkin olarak —anlam ve biçim kavramları— tüm içeriğini kavramak gerekir. Çok sayıda dilbilimcinin, benimseyene getirdiği kısıtlamanın ve yönlendirmenin bilincine varmadan “gösterge” terimini büyük bir saflıkla kullanması çok şaşırtıcı. Dilin göstergelerden oluştuğunu söylemek , öncelikle göstergenin göstergebilimsel birim olduğunu söylemek anlamına gelir. Saussure’ün belki de doğal bulduğu için yer vermediği —bunu belirtmemiz gerekir— ve inceleme öncesi dile getirdiğimiz bu önerme açıklanması gereken ikili bir bağıntı içerir: birim olarak gösterge kavramı ve göstergebilimsel düzlemden kaynaklanan gösterge kavramı.

Bilim niteliği kazanmak isteyen her dal, önce değişmez ve değişken öğelerini, işlemlerini ve ön gerçeklerini tanımlamak ve daha da önce birimlerini belirlemek zorundadır. Doğa bilimlerinde birimler genellikle özgül bir süreklilik içinde saymaca bir biçimde bölümlenmiş özdeş bölümleridir; her doğa biliminde böyle belirlenmiş nicel, özdeş ve değiştirilebilir birimler vardır.
Dil ise çok daha farklıdır, fiziksel dünyadan kaynaklanmaz; ne sürekliliktir, ne de özdeşlik, tam tersine süreksizlik ve benzeşmezliktir. Bu nedenle de bölünemez ancak ayrıştırılabilir: birimleri, her biri diğerinden ayrı belli sayıda temel öğelerdir ve bu öğeler yeni birimler kurmak için kümelenirler ve bu yeni birimler de her keresinde bir üst düzeyde başka birimler oluşturabilir. Oysa özel bir birim olan göstergenin bir alt sınırı vardır: bu sınır da anlamlama sınırıdır, anlamı bozmadan göstergeden daha alt düzeye inemeyiz. Birim, kendisi de özgür bir gösterge olan bir alt birime ayrıştırılamayan, düzleminde en küçük birim olan, özgür kendiliktir. Gösterge böyle tanımlanan ve dile göstergebilimsel bakıştan kaynaklanan birimdir.

Saussure’ün en önemli savlarından biri de, dilin genel göstergebilimin bir dalını oluşturmasıdır. Elli yıl önce bir göstergebilim ilkesini ortaya koymuş olması, Saussure için hem bahtsızlık olmuş, hem de daha sonra ününü sağlamıştır. Dil göstergesini ele alarak, önceden göstergebilimsel birimlerin betimlenmesine yol açmıştır; bu birimlerin biçim ve anlam açısından belirlenmesi gerekir, çünkü özü gereği iki yönlü birim olan gösterge hem gösteren, hem de gösterilen olarak karşımıza çıkar. Burada göstergenin bu iki yönü üstüne birkaç gözlem yapmak istiyorum.

Gösteren yalnızca dilin sesli özelliğinin gerektirdiği belli bir ses dizisi değildir; gösterileni, gösterge adı verilen kendiliğin biçimsel yönünü koşullandıran ve belirleyen sesçil biçimdir. Her dilsel biçimin son çözümlemede sesbirim adı verilen belirli sayıda sesçil birimlerden oluştuğunu biliyoruz: ancak göstergenin doğrudan sesbirimlere ayrışmadığını, bir sesbirim dizisinin de doğrudan bir gösterge oluşturmadığını belirtmek gerekir.

Sesbilgisel çözümlemeden farklı olan göstergebilimsel çözümleme, sesbirim düzeyinden önce gösterenin sesbirimsel yapısını ortaya kovmamızı gerektirir. Burada, zorunlu olarak yalnızca dilin dizelgesinde ver alan, uygun yöntemlerle ortaya çıkanları birimler olan sesbirimlerle bağımsız ya da bağımlı, gösterenin biçimsel yapısını niteleyen ve bu yapı içinde ayırıcı işlev üstlenen sesbirimler arasında bir ayrım yapmak söz konusudur.

Işte çok yalın bir, iki örnek: Latince’de bükün ne olursa olsun, çekimli bir ad biçiminin sonunda beş ünlüden [a, e, i, o, u] herhangi biri, ünsüzlerden ise yalnızca ikisi [s ve m], ender olarak [r] daha da ender olarak [l] yer alabilir: hiçbir dişsil, genizsil ya da gırtlaksıl sesbirim yer alamaz.

Biçimsel göstergeler oluşturmak için dilin sesbirim dizelgesinde böylece bir seçim yapılmış olur. Aynı biçimde, çekimli eylem biçimlerinin sonunda beş ünlüden yalnızca dördü [ a,e, i, o] yer alabilir, [u] yer alamaz; üç ünsüz [ m,s, t ve özel bir işlevle (orta çatıda) [ r]yer alabilir. Çok sayı da diğer ünsüz bu konumda yer alamaz.

İşte Latincede gösterenin biçimsel oluşumuna bağlı olan bir seçimlilik örneği. Fransızcada da her zaman gösterenin bir bölümünü oluşturma işleviyle belirlenen kimi özellikler belirlenebilir. Örneğin in- (invisible) ve mekanik değişkesi olan in-(inédit) biçiminde, çok sayıda sıfatın önünde /.. / ünlüsü zorunlu olarak yer alır; çünkü bir gösterge sınıfında belirli bir işlev üstlenir: bu işlev de olumsuzlama işlevidir.

Gösterenlerin biçimsel yapısı dikkatle incelendiğinde her dilde benzer özellikler bulunabilir. Böylece gösteren çözümlemesinde ses birimlerden ayrı bir düzlem oluşturmuş oluruz; bu da gösterenlere ilişkin biçimsel oluşturucular düzlemidir çözümleme sürdürülebilir: mantıksal ve matematiksel işlem gerektiren sayıbilimsel büyük dizgeler oluşturulmasını sağlayabilir. Her dil tüm düzenlenişiyle bu biçimde çözümlenebilir ve böylece her dilin özgül yapısını yansıtan örnekçeler ortaya çıkarılabilir.
Göstergebilimsel bakış açısı altında, daha iyi sınırlamak ve kendi düzlemlerinde belirlemek için, biraz da beceriksiz bir biçimde göstergebilimsel olarak adlandırdığımız özel sınıflar oluşturuyoruz: bağımsız sözlüksel göstergeler olan gösterge -sözlükbirimler (sémio-lexémes) sınıflandırıcı alt-göstergeler olan (önekler, sonek ler, vb.) ve gösteren sınıflarını birbirine bağlayan, bireysel birimlerin üstünde yer alan büyük birimlerin oluşmasını sağlayan gösterge-ulambirimler (sémio-catégoremes) ve dizelgede yer alan tüm sesbirimlerin değil, gösterenin biçimsel yapısını belirleyen sesbirimlerin oluşturduğu gösterge-sesbirimler (sémio- phonemes).

Şimdi de gösterilen i inceleyelim. Daha önce de söylediğimiz gibi, gösterge göstergebilimsel birim olarak tanımlanır; a\ dili kullanan bireylerin oluşturduğu toplulukta anlamlı birim olarak benimsenir ve bu göstergelerin toplamı tümüyle dili oluşturur.

Göstergebilimde göstergenin anlamının tanımlanmasına gerek yoktur. Göstergenin var olması için benimsenmesi şu ya da bu biçimde diğer göstergelere bağlanması zorunlu ve yeterlidir. Ele alınan kendilik anlam taşır mı? Yanıt evet ya da hayırdır. Yanıt evet ise birim belirlenmiş olur, yanıt hayır ise birim olarak benimsenmez ve işlem böyle sürdürülür. “Chapeau” var mı? — Evet. — “Chameau’? — Evet. — “Chareau’? — Hayır.

Göstergebilimsel düzlemden kaynaklandığından anlamı tanımlamak söz konusu değildir. Gösterilen düzleminde ölçüt şudur: bunun anlamı var mıdır, yok mudur? Anlamı olmak bir anlam içermektir, hepsi bu. Evet ya da hayır yanıtı yalnızca bu dili anadili olarak kullanan kişiler tarafından verilebilir.

Böylece dili kullanma ve anlam kavramlarına bir ayrım ilkesi, bir ölçüt niteliği kazandırmış oluyoruz. Bir gösterge yalnızca kullanımda var olabilir: dilin kullanımına girmeyen gösterge değildir ve var olamaz. Ara durum söz konusu değildir: dilin ya içinde ya da dışında olmak söz konusudur; tertium non datur’ (üçüncü bir olasılık yoktur).

Günümüzde tanımlanamasalar ve başka öğelerle karşıtlık oluşturmasalar da, kullanımda varlığını sürdüren eskil biçimler düşünülerek karşı çıkmak boşunadır. Fransızca “rez” sözcüğünün sürekli olarak “chaussée (rez-de-chaussée) sözcüğüne ya da “fur” sözcüğünün “a mesure” (au fur et a mesure) deyimine bağlanması belirlenmeleri için yeterlidir; çünkü bu sözcükler değişmez, kestirilebilir söz öbeklerinde varlıklarını sürdürürler ve tek örnekli göstergelerin bir bölümüdürler.

Öyleyse şu ilkeyi belirtelim: göstergebilimsel olguya ilişkin her şeyin zorunlu ve yeterli ölçütü dil kullanımı içinde belirlenebilmesidir . Her gösterge, kendisini tanımlayan ve dil içinde sınırlarını belirleyen diğer göstergelerle bir bağıntılar ve karşıtlıklar ağı kurar. “Göstergebilimsel’ demek dil-içi demektir. Her göstergenin kendisini diğer göstergelerden ayıran bir öz niteliği vardır. Ayırıcı olmak anlamlı olmakla aynıdır. Buradan ilkelere ilişkin üç sonuç ortaya çıkar.

Birinci olarak, göstergebilimin hiçbir aşamasında, ne göstergenin adlandırılan nesnelerle bağıntısı, ne de dille dünya arasındaki bağıntıyla ilgilenilir.

İkinci olarak, göstergenin her zaman yalnızca türsel ve kavramsal bir değeri vardır. Özel ya da rastlantısal bir gösterilen içermez: bireysel nitelikli her şey dışlanır; özel koşullara bağlı durumlar yok sayılmalıdır.

Üçüncü olarak, göstergebilimsel karşıtlıklar ikili türdendir. Bana göre ikilik önce dilde, daha sonra da toplum yaşamında ortaya çıkmış ve göstergebilimsel çözümlemeyi ilgilendiren tüm davranış dizgelerinde enyetkin göstergebilimsel özelliktir.

Son olarak da, göstergelerin her zaman ve yalnızca dizisel bağıntı içinde düzenlendiklerini belirtmek gerekir.


Demek ki göstergebilime çeşitli gösterge türlerinden başka, göstergelerin üretilmelerini ve düzenlenmelerini sağlayan örnekçeler ve taslaklar da katılmalıdır: geleneksel anlamda diziler (bükün, türetme, vb.). Kuşkusuz burada kimileri felsefeli önem taşıyan çeşitli sorunlar ortaya çıkabilir. Eğer gösterge dizelgesi ‘si” (varsayım bağlacı) göstergesini içeriyorsa, bu göstergenin özel bir işlevi olan çıkarsama işlevinin de (si....alors) varlığını kabul etmek gerekir. Çıkarsamanın temeli mantıksal değil, öncelikle dilsel olduğundan bunun belli bir yararı vardır.

Göstergebilimsel özellik, dil göstergesine benzeyen iki yönlü birimler olduklarından, toplum yaşamında kurumlaşan tüm davranışlar- da ortak olduğu izlenimi verir. Bu ortak göstergebilimsel yeti de, her bütün için, çoğunlukla daha ortaya çıkarılmamış dizgeler oluşturur.

Şimdiye dek söylediklerimiz göstergenin yapısına ya da bağıntılarına ilişkindi. Ancak tümce söz konusu olduğunda durum nedir? Dilin bildirişimsel işlevinde durum nedir? Sonuçta, eksik, çekirdek, bütünlük taşımayan tümcelerle de olsa, her zaman tümcelerle bildirişim kurarız. Bu çözümlememiz için çok can alıcı bir nokta. Saussure’ün anladığı anlamda tümcenin bir gösterge oluşturabileceği, göstergeye yapılacak eklemelerle ya da göstergenin yayılımıyla önermelere, daha sonra da değişik sözdizimsel kuruluşlara geçilebileceği görüşüne karşıt olarak göstergeyle tümcenin iki ayrı düzlem oluşturduğunu ve ayrı betimleme gerektirdiğini düşünüyoruz.

Dilde, Saussure’ün dil ile söz arasında yapmaya çalıştığı ayrımdan çok farklı temel bir ayrım yapıyoruz. Bize göre dilde, anlam ve biçime ilişkin iki türü ve iki alanı ayıran bir çizgi çizmek gerekir: ancak iki alanda da, ayrı özellikler içermekle birlikte, aynı öğeler bulunur; bu da dilin aykırı yönlerinden biridir.

Anlamda ve biçimde dili dil yapan iki tür vardır. Birini tanımladık:Göstergebilim olarak dil;

ANLAMBİLİM OLARAK DİL
Anlambilim olarak dil diye adlandırdığımız ikincisini açıklamamız gerekiyor. Umarız bu temel koşul yeterince açık bir biçimde ortaya çıkar da, birbirine böylesine yakın terimler kullanmamız hoş görülür ve bize ‘göstergebilim’ ve ‘anlambilim” terimlerini ayırt ederek özel anlam yükleme hakkı tanınır. Dilsel işlevin temel iki türünü tanımlamak için daha uygun terimler bulamadık: göstergebilim işlevi anlamlamak, anlambilimin işlevi de bildirişim sağlamaktır.

Anlambilim kavramı bizi kullanım ve eylem olarak görülen dilin alanına sokar: dilin bu kez insanla insan, insanla dünya, anlıkla nesneler arasında aracılık etme işlevini buluruz. Dil bilgi ve deneyim aktarır, bağlanımı zorunlu kılar, yanıta neden olur, dilekte bulunur, baskı yapar; kısaca insanların tüm yaşamını düzenler. Bu da betimlemenin ve uslamlamanın aracı olarak kullanılan dildir.

Yalnızca dilin anlamsal işleyişi toplumla bütünleşmeyi ve dünyaya uygunluğu, bundan ötürü de düşüncenin düzenlenişini ve bilincin gelişimini sağlar.

Oysa en yetkin anlam aktarım aracı tümcedir. Temel olguyla, söylem üretimiyle yetinerek, yantümceleri bile ayırt etmeden genel olarak tümce diyoruz. Bu kez söz konusu olan göstergenin gösterileni değil,’ amaçlanan diyebileceğimiz, konuşucunun söylemek istediğidir, düşüncesinin dilsel gerçekleşimidir. Göstergebilimsel olguyla anlam- bilimsel olgu arasında kökten bir bakış açısı ayrılığı vardır: gözden geçirdiğimiz tüm kavramlar yenı bağıntılar kurarak çok farklı bir biçim de yeniden karşımıza çıkar .

Göstergebilimsel olgu dilin bir özelliği olarak belirlenir, anlambilimsel olgu ise dili eyleme geçiren konuşucunun bir etkinliğinden kaynaklanır. Göstergebilimsel göstergenin tek başına varlığı vardır, dilin gerçekliğini oluşturur alna özel uygulayımlar içermez; Anlambilimsel anlatım aracı olan tümce ise yalnızca özel niteliklidir. Göstergeyle dilin öz gerçekliğine ulaşılır, tümceyle dil dışındaki nesnelerle bağlantı kurulur; göstergenin oluşturucu bölümü, ayrılmaz bir parçası olan gösterilendir; tümcenin anlamı ise söylem durumuna ve konuşucunun tutumuna bir gönderim içerir. Tanımın genel çerçevesini böylece çizdikten sonra, biçim ve anlam kavramlarının bu kez anlambilimsel açıdan ne tür özellikler sunduğuna bakalım.

Birinci gözlem dizisel bağıntıyla tanımlanan göstergebilimsel olgunun tersine, “ anlamın (belirlediğimiz anlambilimsel kullanımda) özgül bir biçim olan dizim içinde ve bu dizim aracılığıyla gerçekleştiğidir. Bir yanda değiştirim, öte yanda ise bağıntılama; bunlar birbirini bütünleyen ve örnek niteliği taşıyan iki işlemdir.

İkinci olarak bu biçimsel yapıya uygun birim türünü saptamamız gerekir. Göstergebilimsel birimin gösterge olduğunu gördük. Anlam- bilimsel birim ne olacaktır? Yalnızca sözcük. Sözcüğün öz niteliğine ilişkin bunca tanım ve tartışmadan sonra (bir kitap yazıldı bu konuda), böylece bildirinin en küçük birimi ve düşüncenin dizgeleştirilmesin de zorunlu birim olan sözcük doğal işlevini üstlenmiş olur.

Tümcenin anlamı, gerçekten de, belirttiği düşüncedir: bu anlam‘! seçimiyle, eklemlenmesiyle, sözdizimsel düzenlenişiyle ve birbirleri üstündeki etkileriyle dilde biçimsel olarak gerçekleşir.
Her şeyi belirleyen dizimsel koşullar, belli bir durumda belli bir an1am aktarmaya yönelik sözcenin öğeleri arasındaki ilişkidir. Bir tümce her zaman burada-şimdiye bağlıdır; söylemin kimi birimleri belli bir konuşucunun belli bir şimdiki zamanına ilişkin belli bir düşünceyi dile getirmek için birleşir. Ayrımsız her eylem biçimi, hangi dilde olursa olsun, her zaman belli bir şimdiki zamana, dilin özgül bir biçimbilim de dile getirdiği, her kez benzersiz nitelik taşıyan bir durumlar bütününe bağlanır. Düşüncenin yalnızca dizimsel bir eklemlenişte biçim alması dilin özünde bulunan birincil koşuldur.

Dilbilimci burada kendisini aşan bir sorunla karşılaşır; yalnızca her zaman zorunlu olan bu koşulun beyin yapımızın bir zorunluluğunu yansıttığını ileri sürebilir. Aynı bağıntı bilgi kuramının oluşturduğu örnekçelerde bildiriyle düzgülemenin olası birimleri arasında da bulunur.

 ANLAMANIN GERÇEKLEŞMA SÜRECİ
Şimdi de anlambilimde anlamın gerçekleşme sürecini açıklamaya çalışalım. Bu konuda öylesine karışıklık, daha da kötüsü yanıltıcı bilgiler vardır ki, çözümlemenin terimlerini iyi seçmek ve belirlemek çok önemlidir.

İlkece tümcenin anlamının onu oluşturan sözcüklerin anlamından ayrı olduğunu benimsiyoruz. Bir tümcenin anlamı içerdiği düşünce, bir sözcüğün anlamı ise kullanımıdır. Her kez özel bir düşünceden yola çıkarak, konuşucu bu kullanımda özel anlamları olan sözcükleri bir araya getirir. Ayrıca burada göstergebilimsel çözümlemenin gerekli kılmadığı bir terimi katmak gerekir; bu da durumun ya da kullanımın somut koşulları içinde sözcüğün karşılığı olduğu özel nesne olan, anlamdan bağımsız “gönderge” terimidir.

Sözcüklerin tek tek anlamlarını anlasak da, durum dışında bu sözcüklerin birleşmesinden ortaya çıkan anlamı kavrayamayabiliriz; bu gönderim kavramının temel nitelikli olduğunu gösteren sık rastlanan bir deneyimdir. Dil göstergesinin nedensizliği olarak adlandırılan kavrama ilişkin çok sayı da boş tartışma anlamla göndergenin ya da göndergevle göstergenin sıklıkla birbirine karıştırılmasından kaynaklanmıştır. Sözlüksel anlam— bilimde kolayca doğrulanan bu ayrımı tümcenin anlambilimine de katmak gerekir mi? Sanırız gerekir.

Tümcenin ‘anlamı” dile getirdiği düşünceyse, tümcenin “gönderimi” de kendisine kaynaklık eden durum, ilişkin olduğu ve ne öngörebileceğimiz, ne de kestirebileceğimiz söylem ya da olgu durumudur. Çoğunlukla durum hiçbır şeyin yerine geçemeyeceği tek koşuldur. Demek ki, tümce her kez ayrı bir olgudur; yalnızca söylendiği anda var olur ve hemen silinip gider; yitip giden bir olgudur. Terimlerde çelişkiye yol açmaksızın tümcenin kullanımından söz edilemez; tersine tümcede birbirlerine bağlı biçimde düzenlenen ve anlamları da bu düzenleniş biçiminden kaynaklanan sözcüklerin ise yalnızca kullanımları vardır. Bir sözcüğün anlamı özel bir dizimin tümleyicisi olma yetisinden ve bir açık önerme işlevi üstlenmesinden oluşur. Çokanlamlılık adı verilen olgu, her zaman anlık nitelik taşıyan, sürekli zenginleşebilen ya da yitip giden, kısaca süreklilik taşımayan bu bağlamsal değerlerin yerleşik nitelik kazanmış toplamından başka bir şey değildir.
Tüm söylediklerimiz, böylece, gösterge ya da sözcük olarak ele alınmasına göre, aynı sözlüksel birimin ayrı nitelikler kazandığını ortaya koyar. Bundan da karşıt iki sonuç doğar. Bir yandan, “aynı düşünceyi” dile getirmek için çoğunlukla oldukça çeşitli türden anlatımlar vardır: her durumun ve konuşucuyla dinleyicinin somut koşullarında, birinin oturmasını istemek için kullanılabilecek çok sayıda olanaklı biçim vardır; oturulacak nesneyi gösteren yalın bir el hareketiyle, dilsel olmayan ancak dil-altı nitelik taşıyan başka bir bildirişim dizgesine başvurulduğu durumdan söz bile etmiyoruz.
Öte yandan, sözcüklere geçerken düşünce sözcüklerin birleşim yasalarına uymak zorundadır. Burada düşüncenin dile getirilmesindeki özgürlükle, sözcenin biçimindeki bağlayıcılık arasında anlaşılması güç zorunlu bir karışım söz konusudur: bu da dilsel gerçekleştirimin koşuludur. Sözcükler aralarındaki birleşimler sonucu, içermedikleri, dahası içerdikleriyle çelişkili bile olabilen değerler edinirler. Mantıksal olarak karşıt nitelik taşıyan ve birleşerek güçlenen kavramların bir araya geldiği görülür. Bu öylesine sıradan bir olgudur ki, bilincine bile varmayız: örneğin “j’ai perdu” de “avoir” ile “perdre”; “il ya yenir” de “aller” ile “yenir”; “il doit recevoir” da “devoir ile “recevoir’ arasındaki birleşim.

Fransızcadaki yardımcı eylem kullanım koşulları, kullanımın dar bir dizimleme gerektiren sözcüklerin bile anlamında değişimlere neden olabileceğini çok iyi örneklendirir. Böylece tümcenin “anlamı’ bütünsel olarak algılanan düşüncedir; ‘biçim”, sözcenin anlamlı birimleri olan sözcüklere dek sürdürülen çözümlemeli bir ayrıştırımla elde edilir: bunun ötesin de birimler, işlevlerini yitirmeksizin ayrıştırılamazlar. İşte anlamsal eklemleme böyle gerçekleşir.

Aktarılacak anlam ya da bildiri sözcükler aracılığıyla belirlenir, sınırları çizilir ve düzenlenir; sözcüklerin anlamı da durumsal bağlama göre belirlenir. Oysa bu anlam aktarımının araçları olan sözcükler özdeksel olarak göstergebilimsel dizelgenin göstergeleridir. Ama kendi başlarına kavramsal, türsel nitelik taşıyan, duruma ve koşula bağlanmayan bu göstergeler, her zaman sözcenin olası kullanımlarında özgüle belli durum ve koşula bağlı kavramları belirtmek için sözcük olarak kullanılmak zorundadırlar. Bu da dilin göstergesel dizelgesinde en az belirlenmiş olan ‘tre, faire, chose, cela gibi sözcüklerin en yüksek kullanım sıklığına sahip olmalarını açıklar.

Ayrıca düşüncenin söyleme dönüşümü, başka deyişle dile göre kimi zaman dilbilgisel, kimi zaman da sözlüksel olguya öncelik tanıyan kendine özgü bir düzenlemeye bağlıdır. Yine de bu dil türlerinde aşağı yukarı “aynı şeyi söylemenin” olanaklı olması hem düşüncenin görece bağımsızlığının, hem de dilsel yapı içinde biçimlenmesinin kanıtıdır. Ortaya koymaya çabaladığımız kuramsal eklemlemeyi açıklayacak nitelikte gördüğümüz şu önemli olgu üstüne düşünelim. Bir dilin anlambilimsel özelliği bir başka dilin anlambilimsel özelliğine aktarılabilir: bu da çeviriyi olanaklı kılar. Ancak bir dilin göstergebilimsel özelliğ bir başka dilin göstergebilimsel özelliğine aktarılamaz: çeviri olanaksızdır. Burada göstergebilimsel olguyla anlambilimsel olgu arasındaki ayrılığı buluruz.
Yine de çevirinin bütünsel bir edim olarak olanaklı olduğu da temel bir gözlemdir. Bu olgu bir yandan dili uslamlamalarımızda ve gözlemlerimizde kullanırken, bir yandan da dilin üstüne çıkma, kendimizi dilden soyutlama, dile bakma olanağımızı ortaya koyar. Mantıkçıların dilbilimcilerden daha çok ilgi duydukları üstdil yetisi, anlamlama yetisi içinde anlığın dilin karşısındaki aşkın konumunun kanıtıdır.
Bu iki dizge böylece kullandığımız dilde üst üste eklemlenir. Temelde göstergelerin düzenlenişi olarak göstergesel dizge yer alır: anlamlama ölçütüne göre bu göstergelerin her birinin bir düzanlamı vardır ve her biri dizisel boyutta yerini alabilecek öğelerin tümünü bir alt- birimde içerir. Bu göstergesel temel üstüne söylem-dil kendi anlamsal düzenini kurar: anlamı sözcüklerin dizim kurmalarıyla oluşur.

Bu dizimde her sözcüğün bir gösterge olarak sahip olduğu değerin yalnızca küçük bir bölümü gerçekleşir. Demek ki, her öğe için, yer aldığı alana ve sözcük ya da gösterge olarak ele alınmasına göre ayrı bir betimleme zorunludur. Ayrıca anlamsal alan içinde şu ayrımı yapmak gerekir; çeşitlilik ve birbirlerini üretme olanakları açısından, olanaklı tümceler sonsuz çeşitlilik sunar; sözcük olarak kullanılan sözlükbirimler ve dilin zorunlu olarak başvurduğu sözdizimsel çerçeve türleri ise sınırlı sayıdadır. Işte dilde sürekli kullanılan ikili dizge bu nitelikleri sunar: bu dizgeler öylesine hızlı ve belli belirsiz biçimde işler ki, bu dizgelere ilişkin olguları ayırmak istendiğinde bu ikili dizgeye dışardan bakmak uzun bir çözümleme çabası gerektirir. Ama her şeyin temelinde, bir şey söyleme yetisinin önünde yer alan dilin anlamlama gücü vardır.

Bu uslamlamanın sonunda kalkış noktamıza , anlamlama kavramına dönmüş oluyoruz. Belleğimizde yaşlı Herakleitos’un Deiphi kahininin Tanrısına ilişkin olarak söylediği ve dilin özünü oluşturan açık ve gizemli sözleri canlanıyor: Onte legei, onte kryptei “Ne söyler, ne de gizler “, alia semainei “Yalnızca belirtir .” Genel Dilbilim Sorunları.-Emile Beneviste- Çev: Erdim Öztokat-Yapı Kredi Yayınları .

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder