Özne Göstergebilimi

Yıldız Teknik Üniversitesi Sündüz ÖZTÜRK KASAR

(Sündüz ÖZTÜRK KASAR,1979-1983 yıllarında Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Fransız Dili Eğitimi gördü. 1983’te Fransa’ya gitti ve 1983-1984 öğretim yılında Franche-Comté Üniversitesi (Besançon) Uygulamalı Dilbilim Merkezi’nde lisans üstü çalışma yaptı. Sonra Paris’e geçti ve Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’e 1984-1985 yıllarında Algirdas Julien Greimas’la yazınsal göstergebilim alanında DEA, 1985-1990 yıllarında da Jean- Claude Coquet ile doktora yaptı. L’Univers balzacien sous le double point de vue narratologique et sémiotique adlı doktora tezi Lille Universitesi tarafınan basıldı. 1993’te Yapı Kredi Yayınları’nın hazırladığı Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi çerçevesinde Maurice Blanchot’nun L’Espace littérer adlı yapıtını Yazınsal Uzam başlığıyla Türkçeye çevirdi.” Roland Barthes- S/Z” nin çevirisi de aynı yayınevi tarafından basıldı. 1994’ten beri Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmaktadır.)

(Doğumunun 100. yılında Emile Benveniste’i anmak üzere düzenenen seminer metninin özetidir. Söylem, Göstergebilim ve Çeviri adını taşıyan seminer, Fransa’dan ünlü göstergebilimci Jean-Claude Coquet’nin de katılımıyla 16-17 Mayıs 2002 de gerçekleştirilmiştir.)

Paris Göstergebilim Okulu Greimas’ın başkanlığında çok uzun yıllar, 1992’de Greimas’ın ölümüne kadar onun izinde çalışmalar yapıyor. Onun hemen yanı başında, sürekli onun çalışma arkadaşı olan bir başka araştırmacı, göstergebilimci var: Jean-Claude Coquet Arkadaşlıkları, ortak çalışmaları 1964’lerde Poitiers Üniversitesinde başlıyor. Greimas 1958-1962 yıllarında Türkiye’de dört yıl geçirdikten sonra Fransa’ya dönüyor. Türkiye’de bulunduğu dört yıl boyunca Ankara Üniversitesi’nde, son iki yıl da hem Ankara hem İstanbul Üniversitelerinde ders veriyor. Asistanlarını yetiştiriyor. Fransa’ya dönüp Poitiers Üniversitesi’nde çalışmaya başlıyor. Fransa’ya döner dönmez ilk yaptığı iş Sémantique structurale adlı çok önemli kitabını yazıp 1966’da yayınlamak . Poitiers Üniversitesi’nde Coquet’yle birlikte çalışıyorlar. Coquet genç bir asistan o dönemde. Ortak çalışmaları başlıyor. Paris’e geliyorlar. Ecole de Hautes Etudes’de göstergebilim çerçevesinde yapılan çalışmalar başlıyor.

1992’de Greimas öldükten sonra bu çalışmaların başkanlığını Coquet üstlendi ve onun ardından da Fransız göstergebilimi Coquet yönünde gitmeye başladı. Hatırlarsanız, birkaç yıl önce Jacques Fontanille gelmişti İstanbul Üniversitesi’ne. Ben doktoramı yaptığım dönemden Jacques Fontanille’i çok iyi anımsıyorum. Greimas’ın en yakın izleyiciydi, çok gençti o dönemde. Onun en sıkı takipçisiyken birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi’nde verdiği seminerlerde artık Coquet’nin çizgisine döndüğünü gördüm hatta kendisine de söyledim. “Monsieur Fontanille, siz çizgi değiştirmişsiniz, şimdi Coquet yönünde çalışmalar yapıyorsunuz” dedim. O da bana “ Vous savez, M. Coquet le dit aussi: avant, il y avait la sémiotique objectale avec M. Greimas, mais maintenant il y a la sémiotique subjectale avec moi”. Fransızca bilmeyenler için tercüme edeyim. “Evet, gerçekten böyle ama Fransa’da herkesin durumu bu ve Coquet de diyor ki “benden önce Greimas’la birlikte nesne göstergebilimi vardı Fransa’da, ama bugün benimle birlikte özne göstergebilim var””. Şimdi nedir nesne göstergebilimi? Nedir özne göstergebilimi?

Jean-Claude Coquet her iki yaklaşımda da, standart göstergebilimi kuran kavramların büyük bir çoğunluğunun ortak olduğunu belirtiyor ve aralarındaki farklılığın bakış açısı farklılığı olduğunu söylüyor. Coquet bunun bir karşıtlık olmadığının yalnızca bir farklılık, bir bakış açısı farklılığı olduğunun altını çiziyor. Öyleyse her iki yaklaşımın kökenlerine bakalım. Nesne göstergebilimin kökeninde ne var?

Nesne göstergebilim kökeninde daha önce de söylediğim gibi Saussure var. Ama çok büyük oranda da Hjemslev var. Hjelmlev dili bir soyutlama olarak görüyor. Ama bir o kadar da Rus yazınbilimci Vladimir Propp var. Propp yazmış olduğu Masalın biçimbilimi adlı kitabında olağanüstü masalların belli yapılara indirgenebileceğini, bu masallarda ortak olarak karşımıza çıkan belli işlevler olduğu söylüyor. Bunları kategorize ediyor. Bu yaklaşımın çıkış noktasında sembolik mantık da var. Baktığımızda birçok mantıksal, matematiksel şemalar, formüller karşımıza çıkıyor. Böyle bir sembolik mantık temeli de var. Şunu söylemeden geçemeyeceğim Greimas İstanbul’da, İstanbul Üniversitesi Felsefe bilimi hocalarından Nusret Hızır’la tanışıyor ve kendisinden çok büyük oranda etkileniyor. Nusret Hızır’la yapmış olduğu tartışmalar, konuşmalar – Nusret Hızır bir mantıkçı ve felsefeci- onu derinden etkiliyor. Sanırım onun da etkisi var bu sembolik mantık yaklaşımında. Greimas, Coquet’nin deyimiyle “büyük bir düşünce kâşifi”. Yapıtlarında bunu görmek mümkün.

Özne göstergebiliminin kökenlerine gelince... Coquet kendi doğrultusunu Aristo’ya kadar götürüyor. İlk görüngübilimci, ilk fenemonolog Aristoteles’tir diyor. Bir de Benveniste’in etkisi çok önemli. (Saussure modern dilbilimin kurucusuysa bence Benveniste de modern dilbilimin gelişmesi için en çok şey yapmış, en çok en fazla katkıda bulunmuş dilbilimcilerdendir. Bu anlamda Benveniste’in de öneminin bilinmesi gerekiyor. Benveniste’in katkısını her yerde, her fırsatta söylüyorum. Öğrenciler yaptığımız derslerden hatırlarlar. Nasıl ki, Prag Dilbilim Okulunun, yapısalcılığın ve sesbilimin oluşmasında önemli bir rol oynamışsa ve nasıl sesbilim diğer dilbilim dallarının gelişmesine örnek oluşturmuşsa, sözceleme dilbilimi de modern dilbilimi günümüzde ulaştığı noktaya taşımıştır.)

Özne göstergebiliminin kökeninde “phénoménelogue”lar yani Türkçe’siyle görüngübilimciler de var: Maurice Merleau-Ponty, Paul Ricœur gibi görüngübilimci düşünürlerin de etkisi var. Coquet aynı zamanda, derinlemesine psikanaliz okumuş ve incelemiş biri; Freud ve Lacan’ın görüşlerine de göndermeler yapıyor çalışmalarına. Ama özellikle Julia Kristeva ’dan çok etkileniyor. Kristeva psikanalizi aslında göstergebilime, gösterge çözümlemesine uyarlamış. İki alan arasında bir etkileşim sağlıyor. Ve hatta sémanalyse [göstergeçözümleyim] dediği bir alan oluşturmuş. Evet, özne göstergebiliminin temelleri böyle. Görüldüğü gibi, Greimas’ın ve Coquet’nin düşünceleri ve bakış açıları bir hayli farklı temeller üzerine oturuyor. Dolayısıyla ilerleyeceği yolun da farklı olması çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Göstergebilimin kökenindeki Saussure anlayışı aslında bir anlamda dildeki içkinlik kuramına dayanıyor. Saussure “dili kendi içinde ve kendisi için” incelemekten söz ediyor. O dönem için, başlangıç dönemi için en azından bir dilbilimcinin yapması gereken şeyin dili kendi içinde ve kendisi için incelemek olduğunu söylüyor. Bu nedenle zaten, söz olgusuyla ilgilenmiyor. Kendisini o soyut dizgeyle, dil dizgesiyle sınırlıyor. Benim yaptığım sadece dil dilbilimidir, diyor. Biraz işte Greimas’ın göstergebilim kökeninde de bu içkinlik kavramı var. Coquet yazdığı bir makalede, Greimas’a göre göstergebilimcinin izlemesi, belirlemesi gereken tutumun [“la règle de bonne conduite”] şu olduğunu söylüyor: “Tout le texte, rien que le texte, rien hors du texte”. Gerçekten Greimas göstergebiliminde, göstergebilimcinin inceleyeceği şey, “yalnızca metin, tümüyle kendi bütünlüğü içinde metindir ve metnin dışında da hiçbir şey değildir”. Böylece, göstergebilimcinin sınırlarını çok kesin bir biçimde çiziyor Greimas. Coquet’nin yönelimine bakalım. Burada ne var? Bir fenomolojik bakış açısı var. Dil insan gerçeğinden ayrılmaz. Dil ile gerçekliğin içiçe geçmiş iki kavram olduğunu ve birbirinden ayrılamayacağını söylüyor. Burada, çok belirgin bir biçimde Benveniste’in etkisi var. Benveniste dilin bir araç olduğu düşüncesine pek sıcak bakmıyor. Araçlar tanımı gereği insan tarafından icat edilmiş şeylerdir, oysa dil insan tarafından icat edilmediği gibi insan doğasının, insan gerçeğinin ayrılmaz bir parçasıdır, diyor Benveniste. (Benveniste, 1966: p.259)

Saussure “dil bir töz değil, bir biçimdir” demişti. Bu anlayışa göre, dil bir biçim yani içinde barındırdığı öğeler arasında gerçekleşen bağıntıların belirlediği bir yapı; töz de bunun dışında kalan herşey. Greimas göstergebilimi de kendini biçimle sınırlandırmıştı. Oysa, Coquet yalnızca yapıların olmadığını, tözün de işin içine girdiğini söylüyor. Dil söz konusu olduğunda töz yaşadığımız dünyadan, gerçeklikten başka bir şey değil. Özne göstergebilimi çerçevesinde, tözle biçimin birbirine bağlanması gerekiyor. Dolayısıyla dili incelerken, onun arkasında olan gerçekliği de görmemiz gerekir. Sadece ve sadece dil sınırları içinde kalarak dil incelemesi yapamayız. Onun bizi gönderdiği dış dünyayı da, gerçekliği de incelemeliyiz. Bu bizi söylem kavramına götürüyor. Dil işler hale gelmiştir. Benveniste şöyle tanımlıyor söylem kavramını: “le langage en action, et nécessairement entre partenaires”. Bu çok güzel bir tanım “zorunlu olarak konuşucuların arasında işleyen dil”. Birdenbire optik değiştiriyoruz. Metnin sınırları içinden çıkıp bu metni üreten ve bu metnin kendisi için üretildiği kişilere gidiyoruz. Yani “ben”/ “sen” kavramlarına gidiyoruz. Bir söylem varsa, bunun mutlaka bir öznesi var. Bir “ben” var, konuşan bir “ben” ve onun yöneldiği, hitap ettiği bir “sen” var. “Ben” / “sen” varsa dil işler hale geliyorsa ister istemez bir konuşma anı da var: yani “şimdi”. Kuşkusuz söylemin gerçekleştiği bir enlem ve bir boylam da var: yani “burası”. Demek ki, “ben” / “sen”, “burası”, “şimdi”, bunlar söylemi oluşturanlar öğeler, söylemin en temel belirleyicileri. Bunlara “déictiques” deniyor Fransızca’da; Türkçe’de “göstericiler”. Söylemi ele alırken, söylemin arkasında onu gerçekleştiren, onu geliştiren özne ve söyleme dinleyici olarak katılan, dinleyen ve sırası geldiğinde o da söylem üreten özneyi de mutlaka görmek gerektiğini, bununla da yetinmeyip söylemin oluştuğu yerin de, anın da göz önünde bulundurulması gerektiğini söylüyor.

Dilin arkasındaki özne çok önemli ve Benveniste’in dediği gibi “özne ancak dil içinde ve dil aracılığıyla ortaya çıkabilir”. Çünkü ancak “ego diyebilen egodur”. “Est ego qui dit ego”, diyor Benveniste. Ben egoyum diyemiyorsa bir varlık zaten ego olamaz. Öncelikle bunu diyebilmesi lazım. Örneğin hayvanlar, konuşma yetenekleri yok, ego deme yetileri yok, soyut bilinçleri de yok; dolayısıyla, bir özne olarak da görülmeleri mümkün değil. Dil kendi gerçekliği içinde ego kavramını temellendiriyor. Insanın öznelik yetisini [yani “subjectivité” yi burada “öznelik yetisi” olarak anlamak gerek] konuşucunun özne olarak ortaya çıkma yeteneği olarak tanımlıyor. Bu öznelik yetisi, bir kişinin karşımıza özne olarak ortaya çıkabilme yeteneği, özne olabilirliği Benveniste’in dilbiliminin temelinde olduğu gibi Coquet göstergebiliminin de özünde yer alıyor.

Coquet özneyi yaptığı işin her tür sorumluluğunu taşıyan, yaptığının bilincinde, bilinçli bir yargıyla gerçekleştiren eyleyen [Fr. Actant] olarak kabul ediyor. Özne göstergebiliminde, söylem öznesinin ya da bir başka deyişle, sözceleme öznesinin ortaya çıkışı iki aşamada gerçekleşir:
1.Birinci aşamada, dilsel edim söz konusu: “Ben ben olduğumu söylüyorum.” Coquet ortaya çıkma düzlemini [Fr. Plan de la manifestation] bu biçimde açımlıyor.

2.İkinci aşamada, mantık-anlam edimi söz konusu; burada, özne dile getirmiş olduğu önermenin doğruluğunu kesinler: “Ben ben olduğumu kesinliyorum; işte benim kimliğim.” Oluş(tur)ma düzlemini [Fr. Plan de la construction] de böyle açımlıyor Coquet. (Coquet, DSS, I, p.13-21)
Özne göstergebiliminde bedenin önemli bir yeri var. Yine görüngübilimsel bakış açısıyla buluşarak, Coquet bedenin beynin işleyişindeki rolünü vurguluyor. Beden “algılayan olarak öznenin dil kullanımının temelinde yer alıyor. Çünkü her dil ediminin çıkış noktası bedendir. Işığı, renkleri, biçimleri gözlerimizle görürürüz; sesleri kulaklarımızla duyarız. Duyduklarımızı ve gördüklerimizi sinirler ve sinir uçları aracılığıyla beynimize iletiriz. Sesleri üretirken de ses tellerimiz, dilimiz, damağımız, dişlerimiz ve dudaklarımız, ve hatta, burun deliklerimiz, akciğerlerimiz, soluk borumuz işin içine girer. Öznenin dış dünyayla ilişkisinde ilk harekete geçen bedendir. Beden algıladıklarını kavramlaştırması için beyne sunar. Böylece, Coquet Fransız görüngübilimci Merleau-Ponty’nin görüşünü paylaşarak “bedenin ‘yapabilirim’inin kişinin ‘düşünüyorum’undan önce geldiğini söyler. (Coquet, 1997: 8) Bu durumuyla, beden özne göstergebiliminde öznenin ilk oluşum aşamasını gerçekleştirendir. Böyle bir işlev üstlenen beden Özne göstergebiliminde çok önemli bir yer tutan “non-sujet” kavramının ilkil biçimi olarak değerlendirilir. Burada, hem Benveniste’de hem de Coquet’de önemli bir yer tutan instance kavramına da değinmek istiyorum. Benveniste’te instance hem bir ‘söylem edimi’ hem de ‘söylem edimini gerçekleştiren’ anlamına geliyor. Coquet’deyse özneyi oluşturan dört bileşenden herbiri.

Fransızcada “instance” teriminin dile getirdiği tüm bu anlamları karşılayacak bir terim yok henüz Türkçede; bulunması da biraz zor gibi görünüyor bana. Belki, dile getirdiği farklı anlamlara farklı karşılıklar bulabiliriz. Benveniste’teki ikili kullanım karşısında edim /eden önerilebilir belki. Coquet’deyse durum farklı; özne göstergebilimindeki instance kavramı biraz da Freud’ün psikanaliz anlayışından yola çıkarak oluşturulmuş. Freud’e göre, kişilik üç katmandan ya da üç öğeden ya da üç bölümden oluşmuştur ve bu katmanların, öğelerin, bölümlerin her biri bir ‘instance’ tır. Daha açık söyleyeyim: bu alanın uzmanı değilim ancak görebildiğim kadarıyla, Türkçede psikanaliz alanında, Fransızca instance terimi yerine katman, öğe, bölüm gibi karşılıklar kullanılmakta.
Avusturyalı nörolog ve psikiyatr Sigmund Freud’ün kurduğu psikanaliz kuramında kişiliği oluşturan bu üç katman ya da öğe ya da bölüm [instance] şunlardır: ilkel benlik, benlik ve üstbenlik. (Bu kavramların aşağıda vereceğim tanımları Ana Britannica Ansiklopedisi’nden alınmıştır.)

* İlkel benlik [Fr. Ça “bu”, Alm. Es, Lat. Id “ ], kişiliğin üç katmanı arasında en önce gelişenidir. Başta cinsellik ve saldırganlık dürtüleri olmak üzere tüm ilkel içgüdüleri, ayrıca kalıtımla aktarılan ve doğuştan gelen ruhsal öğeleri kapsar. Tümüyle haz / elem [Fr. Euphorie / dysphorie] ilkesine göre işlev görür.
* Benlik ya da ego ise, insan kişiliğinin “kendisi” ya da “özbenliği” olarak yaşadığı ve algılama yoluyla dış dünyayla ilişki kurduğu bölümüdür. Anımsamak, değerlendirmek, tasarlamak, çevredeki fiziksel ve toplumsal dünyaya uygun yanıtlar vererek uygun davranışlarda bulunmak benliğin görevidir.
*Üstbenlik ya da süperegoya gelince, o da vicdan olarak bilinen bir dizi yasaklama, kınama ve ketleme mekanizması ile benlik ideali denen idealleri içerir.

Özne göstergebiliminin bugün vardığı aşamada instance kavramı eskisinden çok daha önemli bir yer tutmakta. Jean-Claude Coquet bir süre önce kendisiyle yapmış olduğum bir görüşmede, kuramının bugün ulaşmış olduğu aşamada, özneyi dört bileşenden oluşan bir bütün olarak değerlendirdiğini belirtmişti (bu bileşenlerin her biri bir instance) ve hatta bu durumda kuramını sémiotique des instances olarak adlandırmanın daha doğru olacağını söylemişti.
Jean-Claude Coquet’nin kuramında, özneyi oluşturan ve kendi aralarında etkileşime giren bu dört bileşen bakışımlı olarak iki alana dağılmaktadır. Bu alanlardan biri öznenin özerklik alanı [autonomie], öteki de bağımlılık alanı [hétéronomie].

1. Öznenin özerklik alanı içinde gerçekleşen iki bileşeni az önce gördük: beden ve akıl.
Beden, yaşam gücü ya da doğa ekseninde yeralan temel ‘katman’ (psikanalizde instancea. karşılığında karşımıza çıkan bu sözcüğü kullanmakta şimdilik sakınca görmüyorum), algılama işlevini üstlenen bileşen.
b.Akıl ise, kavramlaştıran bileşen. Beden dış dünyadan algılamış olduklarını belli bir süzme [filtrage] işleminden geçirdikten sonra kavramlaştırması için akla sunar. Böylece, bu iki bileşen öznenin özerk, bağımsız alanını oluştururlar.

2.Bağımlılık alanına gelince, burası kişinin içinde ya da üstünde etki gösteren güçler alanıdır.
a.İç güçler içkinlik [immanence] bileşenini oluşturur ve iki değişik türde karşımıza çıkarlar: itki [pulsion] ve tutku [passion].
b.Bağımlılık alanının ikinci katmanı kişinin üstünde yaptırımı olan dış güçleri barındıran aşkınlık [transcendance] bileşenidir. Bu bileşende, özerklik alanındaki kavramlaştırıcı bileşene yani akla denk düşen aşkın gücün bireyselleşmiş biçimlerinin etkisi söz konusudur. Bu biçimler de iki öbeğe ayrılabilirler: simgesel bir nitelik taşıyanlar, Tanrı, Kader, Sağduyu, vb. gibi ve kozmik nitelik taşıyanlar: Tufan, deprem, ışık, vb. gibi.
Bu dört bileşen arasında sıkı bir etkileşim olduğunu söylüyor, Jean-Claude Coquet. Örneğin, aşkınlık bileşeni içkinlik bileşenine dönüşerek kendini kabul ettiriyor. Coquet, burada, ‘tabu’yu “bir üst mercinin, kişiye, içerden zorla kabul ettirdiği eski bir yasak olarak kabul eden Freud’e gönderme yapıyor. İçkinlik bileşeni de, doğa eksenininde yer alan temel bileşen bedenle bütünleşerek “non-sujet”nin ilkil biçimini oluşturuyor.

Bu “non-sujet” çok ilginç bir kavram. Gerçekten Coquet’nin standart göstergebilime kattığı önemli kavramlardan biri. Genel olarak kabul gören, hiç kimsenin reddetmediği bir kavram. Şöyle tanımlanması gerekiyor; non-sujet aslında bir eyleyen [actant]. O da bir iş yapıyor; dolayısıyla eyleyen olarak ortaya çıkıyor. Bir çok biçimi var, herbirinde ortak olan nokta şu, bu eyleyen yaptığı, gerçekleştirdiği eylemin sorumluluğunu üstüne almaktan aciz, çünkü bu edimi ya iradesi dışında gerçekleştiriyor ya da bunu bilinci dışında, bilinçsiz bir şekilde gerçekleştiriyor. Bunun geniş bir tipolojisini yapabiliriz. Çeşitli örneklerle açıklayarak bir non-sujet tipolojisi oluşturabiliriz. Non-sujet için ne denebilir Türkçe’de diye günlerdir düşünüyorum; her sabah yeni bir fikirle uyanıyorum. Gece de galiba beynim durmuyor. Birçok şey aklıma geldi. Söylenmiş olan iki şey var daha önce: “özne olmayan”, “özne-niteliği olmayan”. Bundan çok uzun zaman önce yazmış olduğum bir makalede ben de “kişisiz özne” gibi bir karşılık önermiştim. Ama Coquet kuramının bugün varmış olduğu noktada, bu kavramın donatıldığı içeriğini daha iyi yansıtacak bir terime gereksinim var gibi geliyor bana. Çünkü sonuçta bu bir eden, bir söylem üretiyor; bir söylem ürettiğine göre bir özne ama yaptığını “yüklenemeyen” yani sorumluluğunu üstlenemeyen bir özne. Yani öznenin oluşum aşamalarına baktığımızda, beden olarak edimi gerçekleştiren ancak kavramlaştırma düzleminde etkinlik göstermeyen ya da gösteremeyen bir özne söz konusu. Dolayısıyla yarı yarıya gerçekleşen bir özne söz konusu: O zaman, yarım-özne diyebiliriz belki? Madem ki, bir iş yapan ama yaptığını bilinci ve/ ya da iradesi dışında gerçekleştiren, bir başka deyişle oluşum aşaması yarıda kalmış bir özne karşısındayız, ona yarım-özne adını vermek pek de yanlış olmasa gerek.

Coquet kuramında bir de quasi-sujet var. Bu da bilincin , yargı mekanizmasının zayıfladığı özne durumu; örneğin gece yarısı çalan telefona uyanarak ne diyeceğini bilemeyen biri. Türkçede “uyku sersemi” diye adlandırılan konumdaki özne. Bu durumda bilinç var ancak o an için tam uyanıklık durumunda değil; dolayısıyla tam değil, bilinç eksiği var. Acaba eksili-özne diyebilir miyiz? Bir eksiklik durumunu dile getirdiğine göre, eksili-özne belki Türkçe’de uygun bir karşılık olabilir. Ama birgün belki daha iyi bir öneri gelebilir aklımıza. Bu sadece bir öneri, bir ilk kıvılcım. Şimdi size bir ‘non-sujet’ler tipolojisi hazırladım, onu sunmak istiyorum, çünkü ‘non-sujet’ler her an her yerde karşımıza çıkabiliyorlar. Aslında hepimiz (Coquet özellikle bunu vurguluyor) yaşamda sujet’den non-sujet’ye geçiş yapıyoruz. Sürekli olarak özne, yarım-özne ve eksili-özne arasında gidip geliyoruz. Böyle bir dinamik bir kimliğimiz var. Kesinlikle ben sujet’yim sen non-sujet’sin diye bir şey yok. Her birey edimine göre, ortamına, koşullarına ve an’a göre çeşitli özne konumları arasında gidip geliyor. Peki öznelik yetisinin yarı yarıya gerçekleştiği durumlar neler olabilir?

Coquet’nin 1985-90’larda yaptığı non-sujet açıklamaları ve verdiği örneklerde non-sujet hep ya iradesi dışında hareket eden ya da bir şekilde bilinç kaybına uğrayıp (aşırı bir çoşkuyla da olabilir ya da patolojik bir durumda yani bir hastalık sonucu olabilir) bir eylemde bulunan özne olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak, Coquet son çalışmalarında daha özel bir yer veriyor non-sujet’ye ve diyor ki her özne aslında ilk etapta bir non-sujet’dir . “çünkü ‘non-sujet’ dünyayı algılayan bedenimizdir” diyor. Az önce, bu kuramın özünde bedenin taşıdığı önemi anlatırken buna değinmiştim. Bu görüş, fenomonolojik bakış açısının getirdiği bir anlayış. İletişim bölümünde yaptığım derste, öğrencilerime bir ödev vermiştim: “Bilginin temelinde algı olduğu konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye. Evet, bilginin temelinde algı vardır. Çünkü gerçekten insanın dünyaya bakışı, yaklaşımı algıyla başlıyor. Algılama yetimizin sınırları var: Belli bir yoğunluğu aşan sesleri duyamadığımızı, yine belli bir yoğunluğu aşan renkleri göremediğimizi biliyoruz. Evreni sınırlı yeteneklerimizle algılıyoruz. Örneğin, köpekleri tanıtan bir kitapta köpeklerin her şeyi siyah-beyaz gördüklerini okumuş ve çok şaşırmıştım. Bu doğruysa, biz insanlar algıları daha gelişmiş canlılar olarak onların köpeklerin neler kaybettiklerini, yani neleri algılayamadıklarını biliyoruz. Ancak, insan olarak bizim kaybettiklerimizi bilebilir miyiz? Belki bu konuda yapılmış çalışmalar da vardır. Ancak, şu anda bu konu bizim çerçevemizin dışına taşıyor. Demek ki, karmaşık bir algılama sistemine sahip oduğumuz için görüyoruz, duyuyoruz, dokunuyoruz, tadıyoruz ve kokluyoruz; dünyayla ilk temasımız böyle gerçekleşiyor. Bu temas sonucunda aldığımız bir takım bilgiler var, bu bilgileri beden beynimize aktarıyor. Beyin bu bilgileri kavramlaştırıyor. Dolayısıyla her özne kökeninde önce bir “non-sujet”; beden olarak. Sonra kavramlaştırma aşamasında özne bütünleniyor bazen de bütünlenemiyor ve non-sujet aşamasında kalıyor; yani yarım-özne olarak kalıyor. Bilinç işin içine giremiyorsa, irade işin içine giremiyorsa yaptığımız işi yargılayamıyorsak, yaptığımız işin sorumluluğunu taşıyamıyorsak, non-sujet aşamasında kalıyoruz. Aklıma gelen örnekleri topladıktan sonra nasıl sınıflandırabiliriz diye baktım. Bunun sonucunda, ortaya çıkan yarım-özne türleri şöyle –tabii en temel olanı yani beden olarak non-sujet durumunu bir kenara bırakıyorum:
1. Birincisi, doğa gereği bilinç yetersizliği durumu:
a.Bu durumda ortaya çıkan non-sujetlerden örneğin hayvanlar; bu varlıklar doğaları gereği non-sujet, çünkü bunların doğalarında bilinç yok, irade yok, zaten bu yüzden dil kullanma yetileri de yok. Hayat boyu da non-sujet bunlar. Tehlike durumunda ya da yiyecek bulduklarını haber vermek istediklerinde çıkarmış oldukları sesler basmakalıp şifrelerden öteye gitmiyor; zaten onların dilleri de eklemli diller değil, yani anlam üretme yetenekleri yok. Bu söylediğimize bir karşı örnek gibi görünebilecek papağanı ele alalım: bu hayvan insan seslerini taklit edebilir, ama o da ancak kendisine ezberlettirilen sesleri çıkarabilir; asla bilinçli bir dialog içine giremez.

b. Daha sonra insanlara geldiğimizde, doğa gereği bilinç yetersizliğini küçük çocuklarda görüyoruz. Fransızcada “akıl yaşı” diye bir deyim var. Akıl yaşı dediğimiz, yedi yaş aşağı yukarı. Bu çağa kadar, bütün çocuklar non-sujet. Biz evde sürekli bunun kavgasını yapıyoruz. 11 yaşında bir kızım var; kardeşi gelip onun kafasına vuruyor mesela sonra kıyamet kopuyor. Ben de diyorum ki kızım niye dikkat etmiyorsun, kardeşini kızdırma, o yaptığının bilincinde değil. Kızım da “niye bana söylüyorsun da ona söylemiyorsun? Bana vuran o!” “Kızım o 2,5 yaşında ne yaptığını bilmiyor, derken birgün az kalsın ” kızım o bir non-sujet” diyecektim, dilimin ucuna kadar geldi. Tabii ki kızım da bunu anlayacak durumda değil. Uzun sözün kısası, gerçekten de küçük çocuklar akıl yaşına kadar bir non-sujet; yaptıkları hiçbir şeyden sorumluluk taşımaları beklenmiyor kendilerinden. Çünkü bilinçleri gelişmemiş. Demek ki doğa gereği bir süre için geçerli olan geçici bir bilinç yetersizliği bu.
c.Doğa gereği bilinçsizlik durumuna uykuda konuşanları, hatta uyurgezerleri de koyabiliriz. Bu daha kısa süreli, anlık diyebileceğimiz bir bilinç eksikliği durumu. Bu kişiler uyandıkları zaman, uyku sırasında, ne söyleyip, ne yaptıklarını bilmezler. Uyku olayının doğası gereği söylemlerinde ve edimlerinde bilinç denetimi yoktur.

2. Patolojik bilinç yetersizliği:
a.Örneğin delilik, bu bir patolojik durum. Delilerin de ne yaptığını bilmesi beklenmemeli. Yaptıkları davranışlardan onları doğrudan sorumlu tutamıyoruz. Bir deli birini öldürdüyse ve tıbben deli olduğu kanıtlanırsa yasa karşısında da cezai yükümlülüğü yok zaten. Çünkü dediğimiz gibi o bir non-sujet.

b.Bir takım hastalıklar, yaşlılıkta görülen Alzheimer hastalığı gibi bu türün kapsamında yer alıyor. Bir arkadaşımın babasının başına gelmişti. Arkadaşım sürekli anlatıyordu. Alzheimer hastalığından son dönemlerinde çok çekti babası. Eşini tanımıyordu. Aynı evde yaşadığı eşini tanımıyor ve kızına eşini soruyordu. “Annen nerede? Niye gelmiyor? Nereye gitti? Evde bir hanım var, çok yardımcı oluyor bana kim o? Çok iyi bir hanım ama elalem ne der, geldi bizim evimize yerleşti?” Bu söylem bir non-sujet’ye ait. Çünkü o kişi, evde bulunan hanımın eşi olduğundan habersiz; gerçekliği algılama yeteneğini yitirmiş.

c.Sonra ilginç bir örnek gazetede buldum. Ne yazık ki tam tarihi yok. Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yayınlanmış bir haber, bu yılın (2002) Nisan ayında çıkmış bir Hürriyet gazetesinden alınmış bir haber, ancak gününü yazmamışım. Haberin başlığı şöyle: “Jospin hasta ama basın gizliyor”. Buradan öğrendiğimize göre, Lionel Jospin’in -Fransa başbakanıydı ve cumhurbaşkanı adaylarından biriydi- bir hastalığı var. Guatr hastası. Jospin’in hastalığı sinir bozukluğu ve ani patlamalara yol açıyor. Jospin’in hastalığı genellikle uçakla seyahat ederken ortaya çıkıyormuş. Beraberinde götürdüğü basın mensuplarından uçakta not tutmamalarını isteyen Jospin en son yaptığı yolculukta şöyle demiş -bakın bu sözler çok önemli: “Hastalığım nüksettiğinde ben ben olmaktan çıkıyorum, üzgünüm”, yani Jospin burada çok net bir biçimde “ben o anda artık non-sujet oluyorum” diyor. Yani, “ne söylediğimi ne yaptığımı bilmiyorum; bu anlarda yaptığım ve söylediğim şeyleri yazmayın” diyor. Çok bilinçli bir şekilde geçici olarak, kriz anında non-sujet olduğunu kabul ediyor. Bu da patolojik bilinç yetersizliği kategorisine koyabileceğimiz bir örnek.

d.Patolojik bilinç kaybı duygusal şoklardan, çok büyük üzüntülerden de kaynaklanabiliyor ve kişilik bozukluğu biçiminde karşımıza çıkabiliyor: Bir öğrencim, tanığı ikiz kardeşlerden birinin ölümünden sonra hayatta kalan kardeşin büyük bir duygusal sarsıntı geçirdiğini ve bunun sonucunda, zaman zaman kendisini ölen ikizi sandığını, onun gibi konuşup, onun gibi davrandığını ve “kendi kimliğine döndükten” sonra da bu konuşmaları ve davranışları yadsıdığını anlatmıştı. Bu durumda, ölen kardeşinin kimliğine büründüğü anlarda, bu kişi bir non-sujet’ye dönüşmekte ve o anda, çok net bir biçimde gerçeklikten kopuş söz konusu.

3. Tıbbi kaynaklı bilinç dışılık: a.Bu türe verebileceğimiz örneklerden biri, anestezi altındaki hasta. Ameliyat sonrası, ayılmadan önceki sayıklamalar hep non-sujet ürünüdürler. Bu sözlerin üzerinde bilincin denetimi yoktur. b.Benzer bir biçimde, sayıklamalara neden olan ilaç almış kişilerin sayıklamaları da aynı öbeğin içine girer.

4.İrade dışına çıkma:
a.Bu, birçok şekilde olabilir; örneğin çok büyük coşkular anında. Fransız yazınında çok iyi bilinen bir örnek var: Balzac’ın Sarrasine adlı öyküsünde. Orada bir yontucu İtalya’ya gidiyor sanatını geliştirmek için. Roma’da, bir prima donna’ya ilk görüşte aşık oluyor. Onu gördüğü anda sesinin güzelliğiyle, kadının güzelliğiyle kendinden öyle geçiyor ki artık ne salonu görüyor ne salondakileri görüyor. Metrelerce uzakta olmasına karşın, sanki prima donnayı hemen yanıbaşındaymış gibi yüzünün en ince ayrıntısına dek görüyor, sesinin en yumuşak tınılarını duyuyor. Gerçekte salonda aralarında büyük bir mesafe var ve bunu duyması mümkün değil. Ama o anda, gerçeklik evreni siliniyor yerine gerçeklik dışı bir evrene giriyor özne. Yalnızca o olağanüstü güzel kadını görüyor, yalnızca onu duyuyor. Onun dışındaki hiçbir şeyi ne görüyor, ne duyuyor. Örneğin, salondakilerin alkışlarını duymuyor. Gerçek evredeki uzaklık bu gerçekdışı evrende yakınlığa dönüşüyor. Gerçek evrendeki sesler, ışıklar siliniyor onun dışında aslında gerçekdışı evrende gördüğünü sandığı görüntüler ve sesler var. Bu da örneğin, aşırı çoşkuyla kendinden geçen(buna Fransızca’da “euphorique” diyoruz) ve gerçeklik evreninden gerçeklik dışı evrene kayan bir ‘non-sujet’.

b.Geçen yıldı galiba, bir televizyon programında aşırı hız sonucu kaza yapan bir sürücüye mikrofon uzatılıyor: “Efendim kaza nasıl oldu?” Kazanın şokunu henüz üzerinden atamamış olan sürücü şöyle yanıt veriyor: “Nasıl olduğunu bilseydim zaten olmazdı”. Bakın burada da çok güzel bir ‘non-sujet’ ifadesi var. Adam kazanın nasıl olduğunu bilmiyor çünkü aşırı hız anında kendinden geçmiş, yani hız sarhoşluğuna kaptırmış kendini. Bu görüntüler bana birden, Coquet’nin vermiş olduğu bir örneği anımsattı. La quête du sens’ta da yer alan, ancak yıllar önce başka bir yerde yayınlamış olduğu “Cinq petites leçons de sémiotique” adlı bir makalesi var Coquet’nin. “Beş küçük göstergebilim dersi”. Bunlardan birinde, işte böyle aşırı hız anında nasıl sürücünün ayaklarının yerden kesilip, dünyayla teması kaybedip bir başka evrene, su evrenine geçtiğini ve sanki dalgaların üzerinde sörf yaptığını, kendini dalgaların üstünde salınır gibi hissettiğini belirtiyor. Dolayısıyla yine aynı biçimde, gerçeklikten; gerçek olan yer düzeyinden gerçekdışı olan su düzeyine geçiş söz konusu oluyor.

c.Şimdi, bir başka örnek vereceğim. Hep yaşanmış olaylar bunlar. Boğaziçi köprüsündan atlayıp intihar edenler. Son zamanlarda intihar olayları çok gündemde biliyoruz. Intihar olayı inanıyorum ki insan bilincinin bir şekilde, bir oranda kaybıyla olabilecek bir şey. Yani ‘tam aklımızla’ gidip kendimizi öldürebileceğimize inanamıyorum. Burada aşırı üzüntüden yani çok büyük bir şok altında olmaktan kaynaklanan yarı-bilinçlilik söz konusu olsa gerek. Ya da geçenlerde (çok az televizyon seyrediyorum ama şansıma çok ilginç şeyler çıkıyor karşıma), bir sabah programında, intihar olaylarının aslında gerisinde beyinde gerçekleşen kimyasal bir oluşumun olduğunu yani tümüyle psikolojik olmadığı beyinde salgılanan bir takım toksinlerin belli bir düzeyi aşma durumunda insanda intihar eğilimi yaratabileceğini anlatıyordu doktor. Belki böyle bir patolojik bilinç ya da bir yarı-bilinçlilik bir non-sujet’ye götürüyor kişiyi; ancak bir ‘non-sujet’ intihar edebilir gibi geliyor bana. Anlatacağım olay, bundan bir ya da iki yıl önce, yine Boğaz Köprüsü’nden atlayan bir gençle ilgili. Hava soğuk ve rüzgarlı olduğu için gencin üzerinde bir anorak ve genç atladıktan sonra rüzgar fermuarı çekilmiş olan anorağını balon gibi şişiriyor, ve bizim umutsuz ama yine de talihli genç Boğaz’ın sularına göreceli olarak yumuşak bir iniş yapıyor ve civarda avlanan balıkçılar tarafından kurtarılıyor. Atlama aınında ‘aklı başından gitmiş’olan genç (en azından ben böyle varsayıyorum) soğuk suya düştüğünde ‘birden aklı başına geliyor’; yani non-sujet’den sujet’e dönüşüyor. Ve ilk söylediği şu: “şu andaki aklımla, asla bir daha böyle bir şey yapmam”.

d.Bu da internetten bulduğum bir haber. Haberin başlığı şöyle: Akıllı sarhoşa namaz serbest. Bakın ‘akıllı sarhoş’ ne demek? “Diyanetin internet sitesinden içkinin İslamiyet açısından haram olduğunu belirtirken aklı başında olan sarhoşların namaz kılıp oruç tutabileceği ifade edildi.” Demek ki adam sarhoş ama bilincini de yitirmemiş yani eğer bu durumda olabiliyorsa bir sarhoş o zaman namaz da kılabilir. Yani henüz non-sujet olmamış. Dini vecibeler sujet’ler için, non-sujetler için geçerli değil, zaten biliyoruz değil mi? Deliler için de, küçük çocuklar için de geçerli değildir, tabii ki zil zurna sarhoşlar için de geçerli değil, ama ‘akıllı sarhoşlar’ demek ki ibadet yükümlülüğü taşıyorlar.
Aslında dediğim gibi non-sujet yaşamımızın her yerinde. Nereye başımızı çevirsek bir non-sujet bulabiliyoruz. Çünkü biz birey olarak durmaksızın özneden yarım-özneye ya da eksili özneye, eksili-özneden özneye kayıp gidiyoruz. Bir başka non-sujet örneği ya da kategorisi...

5.Zorla irade dışına çıkarılma:
a.İntihar saldırıları düzenleyen canlı bombalar. Burada da eğer gerçekten çok büyük bir baskı olmasa insan üzerine birkaç kilo dinamit bağlayıp ondan sonra da herhalde bunun pimini çekemez, gibi geliyor bana. Gerçi bazı durumlarda, özne böyle bir edime inanmış ya da ikna edilmiş olabilir, ya da hatta uyuşturucu gibi kısmen –az ya da çok- bilinç denetimsizliği yaratan kimi kimyasalların etkisi altında olabilir; bu türden durumları bu kategorinin dışında tutmak gerekir.

b.Bir başka örnek, büyük bir baskı altında irade dışında ifadeye ya da harekete zorlanmış öznenin durumu. Örneğin, mahkemelerde sanığın sorgulama sırasında vermiş olduğu ifadeyi reddetmesi durumunda yeniden ifadesinin alınması böyle bir durum ortaya koyuyor.

c.Törelerin baskısı altında işlenen kan davaları ve namus cinayetlerinde failin üzerindeki baskı hukuk sistemi tarfından da değerlendirilmeye alınıyor; gerçekten böyle bir baskının söz konusu olduğu kesinleşirse ceza indirimi uygulanabiliyor.

6.Kimliğin bir işleve indirgenmesi:
a.Bu türe de çok güzel örnekler verilebilir. Coquet, Red Kit örneğini veriyor. Çizgi roman kahramanı Red Kit. Red Kit’in reklam sloganı onu en iyi şekilde tanımlıyor, diyor. “L’homme qui tire plus vite que son ombre”, “gölgesinden bile hızlı ateş eden adam” yani burada Red Kit sadece bir adalet sağlayıcı, çok hızlı silah çekip ateş eden ve suçluları cezalandıran bir kişi kimliğine indirgenmiş ve böyle bir indirgenmiş kimlik de bir non-sujet ortaya çıkarıyor çünkü bu adamın başka bir kimliği başka bir yaşantısı yok. Olup olabileceği tek şey bu. Gölgesinden hızlı silah çekip adalet sağlayan kişi.
b.Yine Sarrasine’den bir örnek verebiliriz. Oradaki prima donna aslında bir hadım edilmiş erkek sanatçı, yani “castrat”. Öyküde, Zambinella da çok açık bir biçimde yontucuya şöyle diyor: “benim bütün yaşamım şu gördüğünüz sahne, bu ışıklar, bu alkışlar; benim bunun dışında başka bir yaşamım yok. Bunun dışında başka bir kimliğim yok”. Burada da yine belli bir kimliğe indirgenmiş, belli bir işleve indirgenmiş bir non-sujet karşımıza çıkıyor. Bu tür non-sujet’lere forme-sujet adını veriyor Jean-Claude Coquet.
c.Ilgi çekici bir başka örnek de Türk yazınından verebiliriz: Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sı da bu türden bir indirgenmiş kimlikle çıkıyor karşımıza.
d.Saydam bir iz bırakarak ilerleyen salyangoz ya da hayatta yapmayı bildiği tek şey olan ağı ören örümcek. Bunlar da belli bir işleve indirgenmiş non-sujet örnekleri.

 KAYNAKÇA: BENVENİSTE, Emile, Problèmes de linguistique générale 1-2, Paris, Gallimard, 1966-1974. COQUET, Jean-Claude, “La sémiotique de l’école de Paris”, in L’Etat des sciences sociales en France, Marc Guillaume (éd), 332-335, Paris, Editions La Découverte, 1986. COQUET, Jean-Claude, Le discours et son sujet, 1-2, Paris, Klincksieck, 1984-1985. COQUET, Jean-Claude, La quête du sens. Le langage en question, Paris, PUF, 1997. ÖZTÜRK KASAR, Sündüz, L’univers balzacien sous le double point de vue narratologique et sémiotique. Lille, Université de Lille III, 1990. SAUSSURE, Ferdinand de, Cours de linguistique générale, Paris, Payot, 1982 VARDAR, Berke (propos recueillis par), “Entretien avec A.-J. Greimas, in Dilbilim I, Istanbul, Université d’Istanbul, 1976. VARDAR, Berke, Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1982.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder